31 Ağustos 2014 Pazar

Nedir Ne Degildir: Bollywood #1

Namasteeeeee!
Büyük gün geldi! Bugün sizleri bebeğim Bollywood ile tanıştırma zamanı! Çok kısa sürede hayatımın çoğunu kaplayan bu güzelliği size anlatmakta gecikmemeliyim değil mi?

Görüyorum ki kemerler bağlanmış,uçuşa hazırız!



Keyifli yolculuğumuza tabi ki yapılan ilk hint filminden başlayacağız. Dhundiraj Govind Phalke gururla sunar, yapılan ilk uzun hint filmi "Kral Harishchandra" Ta taaaaa!

Öncelikle bunu ilk defa gittiğiniz bir yerin yavaş yavaş keşfedilmesi gibi düşünün.Çünkü Phalke amcamız da aynen böyle yapmış.Önce yıllar boyunca sömürülmüş ve ezilmiş halkı uyandırmak,milliyetçi bir yapı oluşturmak ve kafalarda beliren 'Hint' simgesini değiştirmek için sinemayı kullanmaya karar vermiş.Sonrasında ise Hint kültürünün özünde olan şeyleri filmlerinde kullanmaya.Sonuç tabii ki başarı! 1912'de yapıp 1913'te gösterime sunduğu filmi gişede inanılmaz bir başarı elde ederek adeta Bollywood'un temellerini atmış.Düşünebiliyor musunuz ne kadar heyecan verici bir süreç? Biz şu an izlediğimiz filmleri 'amaaan,bu senaryo da ne kadar klasik!' diye yorumlarken,o dönemde insanların akıllarının ucundan geçmeyen şeylerdi bunlar.

Son derece havalı olan Dhundiraj Govind Phalke amcamızın bir resmi:


Bu da Kral Harishchandra'dan bir sahne:


Filmden 15 dakikalık bir kesit,tabi ki hepsini izlemek zorunda değilsiniz :)



Bu filmin Hint sineması için büyük bir adım olduğu su götürmez bir gerçek.Günümüz Bollywood yapımcıları da buna dikkat çekmek için 2013'te yani Hint sinemasının 1oo.yılı şerefine, birçok ünlü oyuncunun da içinde yer aldığı "Bombay Talkies" adlı bir film yaptılar.Yapılan ilk sinema filminin hakkını da yine bir sinema filmi yaparak verdiler.Doğal olarak.
Bu arada filmin ismi nereden geliyor diye merak eden olursa, Bombay Talkies Hindistan sinema tarihindeki ilk film yapım şirketidir,bu yüzden filmin ismi olarak bunu uygun görmüşler.



Bombay Talkies'in fragmanı:



Sırada bu sürecin ikinci en büyük adımı var.Yapılan ilk sesli hint filmi "Alam Ara (Dünya Güzeli) " Yapımcı Ardeshir İrani 1931'de yaptığı bu filmiyle bilindik popüler Hint filmlerinin temelini atmış,içine müziği ve dansı ekleyerek hint sinemasına adeta boyut atlatmış.Bana kalırsa yapılan ilk filmin sessiz oluşu insanların onca yıl maruz kaldıkları zulüm ve sonunda sindirilmiş bir benliğe bürünmüş olmaları.



Alam Ara'dan bir kesit:



Şimdi sorabilirsiniz her şey iyi hoş ama akıllarına filmlere müzik ve dans eklemek nereden gelmiş? Aslında cevabı çok basit,yapımcı Ardeshir İrani soyadından da anlayacağımız üzere İran kökenli birisiymiş ve dansa çok önem verilen Pers tiyatrosunun temelini kullanmış.Sanki bilinen yemek tariflerinden yeni bir tarif yaratırcasına her şeyden biraz biraz alıp oluşturdukları sinema kültürlerini bugüne kadar taşımayı başarabilmişler.

Bu konuda araştırma yaparken farkettim ki,sinema kültürünün insanlar üzerinde yadsınamaz bir etkisi var.Mesela yeni bir fikir mi benimsenmeye çalışılıyor,yapılacak olan bir filmle bu daha da kolaylaştırılıyor.Pekiştirme süreci olarak düşünebiliriz,konu tekrarı yaptıktan sonra pekiştirmek için çözdüğümüz sorular gibi mesela.
Bunun en güzel örneği de uzun yıllar geçmesine rağmen hala tüm Hindistan'da çok sevilen ve ilgi gösterilen film "Mother India (Hindistan Ana). 1957 yılında çekilmiş olan film,tam da Hindistan'ın yeni bir "kadın" figürü oluşturmaya çalıştığı zamana denk geliyor.Kadınların filmlerde oynamalarına izin verildiği,bilgilendirilmeleri için okulların yapıldığı ve toplumda kadınların varlıklarının benimsenmeye başlandığı bir dönem bu.Anladığımız üzere filmin yapımcısı Mehboob Khan da Bollywood'u bir sonraki aşamaya geçirmeyi başarmış birisi.



Selam olsun sana Hindistan Ana!



Eveeet,yine yazımın sonuna geldik.Bir sonraki yazımda da Bollywood'u Bollywood yapan gelmiş geçmiş en büyük oyunculardan bahsedeceğim aksi halde bu süreç eksik kalır.Son olarak vedamı etmeden önce bu yazımı birine ithaf etmek istiyorum; can dostum 'İpishe' ,bu yazı beni Bollywood'la tanıştırıp hayatıma bu güzelliği soktuğun için sana gelsin.Eminim ki bana filmleri önerirken böylesine bir bağımlı olacağımı tahmin etmezdin.Hatta öyle bir bağımlı oldum ki sürekli kendime 'Ben Bollywood yokken ne yapıyormuşum ya?' diye sorup duruyorum.Olsun ama ben bu durumdan gayet memnunum,hiç olmazsa şimdi iki bağımlı olarak kol kola yaşayıp gidiyoruz ve de gideceğiz. :):):)

Şimdilik hoşçakalın,Khuda Hafiz!

12 Ağustos 2014 Salı

Oh Captain,My Captain!

Bugün güne çok üzücü bir haberle başladım.Robin Williams ölmüş.İntihar etmiş haberlerini duyunca, "nasıl ya?" oldum.Çünkü böylesine etrafına pozitif enerji saçan,güldüğünde bizi de gülümseten harika bir adam nasıl olur da hayattan,yaşamaktan bu kadar erken vazgeçer? Bu efsanevi oyuncuyu önceleri pek bilmezdim açıkçası,hani sima olarak tanıdıktı tabii ki ama hadi birkaç filmini say deselerdi,bilmezdim.Ta ki "Ölü Ozanlar Derneği" ni seyredene kadar.Gerçekten yapılan her övgüyü hakeden bir film.Çok ilham verici,çok etkileyici.Bugünkü yazımda da bu filmden bahsetmeyi kendime adeta bir görev olarak gördüm,bir şekilde Robin Williams'a teşekkür etmek gibi olsun istedim,bizi yaptığı harika filmlerle uzun süre boyunca güldürdüğü için...





Ölü Ozanlar Derneğini çoğunuz izlemişsinizdir,biliyorum ben keşfetmekte birazcık geç kalmışım.Filmi size nasıl anlatsam da hissettiğim her şeyi aktarabilsem bilmiyorum.Bu film bana gerçekten çok şey öğretti.Öncelikle bildiğiniz gibi efsaneleşmiş olan "Carpe Diem" mottosunu öğrendim.Size filmden bir alıntı yapacağım,çok sevdiğim bir alıntı:

Pitts:
“Henüz vaktin varken tomurcukları topla.
Zaman hâlâ uçup gidiyor.
Ve bugün gülümseyen bu çiçek,
yarın ölüyor olabilir.”
Keating: Sağ olun, Bay Pitts. Henüz vakit varken tomurcukları topla. Bu duygunun Latince ifadesi, Carpe Diem. Ne demek olduğunu bilen var mı?
Meeks: Yaşadığın günü kavra.
Keating: Yaşadığın günü kavra! Henüz vakit varken tomurcukları topla. Yazar bunu neden yazmış?
Öğrenci: Acelesi var.
Keating:Bilemediniz. Ama önemli olan yarışmaktı. Çünkü hepimiz solucan yemi olacağız, arkadaşlar! Buna ister inanın, ister inanmayın, her birimiz bir gün nefes almayı kesecek ve öleceğiz. Şimdi öne doğru bir adım atın. Ve geçmişten gelen bu yüzleri biraz inceleyin. Onlara daha önce ciddi olarak bakmadınız. Sizden pek farklı değiller. Aynı saç modeli. Tıpkı sizler gibi hormonlara sahipler. Sizler gibi yenilmez hissediyorlar! Dünya onlar için bir istiridye. Çok büyük şeyler başaracaklarına inanıyorlar. Sizler gibi gözleri umutla dolu. Peki yapabileceklerini yapmak için yaşamaya acaba çok geç mi başladılar? Çünkü bu oğlanlar artık çiçeklere gübre oldu. Ama eğer dikkatle dinlerseniz size fısıldadıklarını duyarsınız. Yaklaşın. Dinleyin! Duyuyor musunuz? Carpe… Carpe… Carpe Diem… Yaşadığınız günü kavrayın, çocuklar. Hayatınızı olağandışı yapın!




Genelde derler ki,filme çevrilmiş kitaplar pek iyi olmaz,kitabıyla aynı tadı vermez ama bu kesinlikle Ö.O.D için geçerli değil.İzlediyseniz bilirsiniz,John Keating (Robin Williams) yaptığı oyunculukla adeta karakteri hayata geçirmiş.Filmi izlerken karakteri kendinize yakın hissettiğiniz zamanlar çok nadir olur ya hani,işte bu da onlardan biri.Eminim ki benim gibi çoğu kişi kendisine Mr.Keating gibi ilham verici,umutla dolu bir öğretmen -fakat harika bir dost- istemiştir.Hakkınız var.Adamın söylediği her söz harekete geçirici,ilham verici ve hayatın ne olduğunun yeniden sorgulanması gerektiğini hatırlatıyor.






Ne demişti Robin Williams: "Why do I stand up here? I stand upon my desk to remain myself that WE MUST CONSTANTLY LOOK AT THINGS IN A DIFFERENT WAY. You see the world looks very different up here..Just when you think you know something,you have to look it in another way.Even though it may silly or wrong,you must try..."
Hayata ve olaylara farklı açılardan bakabilmeyi öğretti bu film bana.Mr.Keating bunu göstermek için sıranın üstüne çıkmıştı ve sonra öğrencileri de aynısını yaptı.Nasıl büyük bir hayranlıkla seyretmiştim bu sahneyi.Azıcık bir cesaret,hayatımızdaki "güvenli bölge"den çıkıp farklılık getirmek için ihtiyacımız olan sadece biraz cesaret..



Oh Captain,My Captain! Duyulduğunda insanda bir tebessüme sebep olan,akıllara kazınmış güzel söz.
Filmin sonunda öğrencilerin okuldan ayrılan öğretmenleri Mr.Keating için teker teker sıralarının üstüne çıkıp yüksek sesle söyledikleri cümle.Bu sahnede tüyleri diken diken olmayan yoktur sanırım.
Tabii bu sahnenin sonunda Mr.Keating'in kısa ama minnet yüklü olarak "Thank you." diyişi beni ağlatmaktan bitiren bir olaydı,orası ayrı.

Aman canım,hep ben mi duygulanıcam,azıcık da siz duygulanın diye videoyu da hemen yapıştırdım.



Ah ah,yazının sonunda bu kadar duygulanacağımı kim bilebilirdi ki? Sanırım yazıyı bitirip filmi yeniden izleyeceğim ve yeniden etkilenip yeniden hayran olacağım.Uzun lafın kısası,-kimsenin umrunda olmasa bile- bu yazıyı bana yazdıran filme,mükemmel oyunculuğu için Robin Williams'a o kadar uzaktan hayatıma bu kadar dokunduran filmler yaptığı için teşekkür etmeyi kendime bir borç bilirim.Bugünün vedası filmin çok sevdiğim müziklerinden birisiyle olacak.Bir sonraki yazıya görüşmek üzere!



6 Ağustos 2014 Çarşamba

Güzelleş Be Oğlum,Şimdilik Ölümüne Kadar Hayattasın..

Hayıııııır! Cidden bu kadar üşengeç ve sorumsuz olmamın sonucu 18'inden beri yazı yazmadığımı farkettim. O kadar olmuş mu ya?! Şu an hayalimde bunun sonucunda bana fırlatılan domatesleri görebiliyorum,ne alakaysa.Neyse neyse,dikkatimi toplayayım.Bugünkü yazı biraz "Sevgili günlük..." tarzında olacak,bir nevi iç dökme gibi bir şey.Aslında hakkında yazabileceğim birçok konu vardı aklımda ama biraz önce harika bir film izledim ve fikrim tamamen değişti. "The Great Gatsby." Harbiden great yani. Böyle ilham verici ve insanı mutlu eden filmlere bayılıyorum.Bana her zaman hayata gelişimizin bir amacı olduğunu,hiçbir zaman umutlu olmayı bırakmamamızı ve eğer boş bir hayat geçirerek ölmeyi istemiyorsak o an elimizde hangi imkanlar varsa, en azından geleceğimiz için anında değerlendirmemiz gerektiğini hatırlatıyor.Tabii tek bir filmden nasıl böyle düşünceler çıkardın derseniz,zaten bir süredir (evet,bloga yazmadığım süre içinde) bunları düşünmekle meşguldüm.Tatil boyunca her zamanki gibi boş gezenin boş kalfası olduğum için,kafamda sürekli bir şeyler,düşünerek beni meşgul edecek şeyler bulmaya özen göstererek saatlerimi,günlerimi geçirmeye çalışıyorum.Mesela beni ne mutlu ederse onu yapıyorum ki her insan da bunu yapmalı bence hayatı boyunca.Yaptığın şeyi sonradan sevmek zorunda kalmak yerine sevdiğin bir işi sonuna kadar yapmalı mesela insan.Bilemiyorum,sanırım bu aralar biraz fazla taktım kafayı böyle şeylere.Hayatın amacıdır,yaşadıklarımız ve ilerde bizi bekleyen iyi ve kötü şeylerdir falan filan.Hani "amaaan,ne gelirse onu yaşarım,çok takmamak lazım yeaa..." modundan "acaba şu an ne yapsam da bana bi şeyler katsa,beni daha da ilerletse.." moduna nasıl geçtiğimi gerçekten hatırlamıyorum ama şimdi düşününce iyi ki geçmişim diyorum.Artık bunun adına büyümek mi dersiniz yoksa olgunlaşmak mı dersiniz bilemiycem.Umarım böyle şeyler hisseden bir tek ben değilimdir?! Vallahi aklıma harika bir "quote" geldi bununla ilgili,paylaşmadan edemiycem; "Life is like a coin.You can spend it anyway you wish,but you only spend it once." Ne kadar doğru bir laf değil mi? Düşünsenize tek bir şansımız var,sadece bir şans ve kendi hayatımızı değiştirmek bizim elimizde,mutlu olmak bizim elimizde.Buna rağmen neden mutluluğu nesnelere ya da olaylara bağlıyoruz ki? Mutluluk bizim doğamızda var ve her birimizin bunu hakediyor olmasında kesinlikle yanlış bir şey yok bana kalırsa.Öncelikle kendimiz mutlu olursak ancak ondan sonra hayatımızı güzel ve mutlu bir rotaya çevirebiliriz,mutluluk gerçekten içten gelen bir şey ve bu gelmediğinde çevrendeki hiçbir şey seni gerçekten mutlu edemiyor çünkü hepsi anlık,mutluluk zannettiğimiz zevklerden öteye gidemiyor.Aslında basite indirgersek mutlu olmak o kadar kolay ve basit ki.Olay yine bizde başlayıp bizde bitiyor ve bazı insanların bunu farketmesi yıllarını alabiliyor.Mesela "ayy nasıl mutlu olabilirim acaba?" diye düşünmek yerine "beni mutsuz eden şeyler ne?" diye düşünmeliyiz çünkü ancak böylelikle -elimizden geldiğince- bize rahatsızlık veren şeyleri kaldırıp kendimizi daha üste taşıyabiliriz.Tabii,şimdi diyebilirsiniz,iyi hoş diyorsun da bütün bunları silip atmak o kadar kolay mı? diye.Haklısınız,değil ama buna da bir çözüm bulmuş bulunmaktayım.Ne demişler,demokraside çareler tükenmez! Şahsen benim sorunları çözme yöntemim daha çok bataklığa batmak gibiydi.Tamamen o sorunu düşünmekle kafayı bozar,bozdukça düşünmekten daha dibe batardım.Sonra bir bakmışsın üst üste bir sürü sorun birikivermiş.E bu yöntem de süreci kesinlikle daha zor ve içinden çıkılmaz bir olay haline getiriyordu.Ama şimdi tamamen farklı bir bakış açısı getirdim olaya.Bir sorunla mı karşılaştım hemen kendimi geri çekip olaya bütünüyle ve uzaktan bakıyorum,bu da bu tip şeyleri çok fazla gözümde büyütmemem gerektiğini hatırlatıyor,sorunu çözmek çok daha kolay hale geliyor.Sonuç olarak,benim çok işime yaradı bu yöntem,umarım herkesin yarar.



Mark Twain'in bu sözünü o kadar çok seviyorum ki.Tam tamına şu anki durumumu anlatıyor ve aslında benim de anlatmak istediklerimi.
Araştır.Hayal et.Keşfet.

Hani şu pozitif düşün,pozitif şeyler olsun mottosu vardır ya,bunun tam bir saçmalık olduğunu düşünürdüm önceden ama şu an tamamiyle buna odaklanmış durumdayım.Öyle ki 10 sene sonra karamsarlıkla "of ya acaba nasıl bir hayatım olacak?" diye endişelenmek yerine, "çok heyecanlıyım,beni harika şeyler bekliyor!" diyebiliyorum ve bu gerçekten çok güzel bir şey.Çünkü biliyorum ki ben de bir sürü güzel şey yaşayacağım,her insan gibi,benim de bunları yaşayacak kadar şansım var ve ne yaşarsam yaşayım önümde beni bekleyen harika bir hayat olduğunu biliyorum..